• On 9 Mart 2015

12 Mart Darbesi

27 Mayıs 1960 Darbesi Türkiye demokrasisi üzerinde derin yaralar bırakmış ve uzun yıllar sürecek siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıklara neden olmuştur[1]. Ayrıca 27 Mayıs Darbesi, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 askeri darbelerine de psikolojik destek sağlamıştır. Bu konuda özellikle İsmet İnönü’nün 13.12.1964 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada “Sizin bildiğiniz iki darbe girişimi var[2] ancak biz on beş darbe girişimini daha hazırlık aşamasında engelledik” sözleri çok manidardır.

Diğer taraftan 27 Mayıs Darbesi’nden sonra yapılan, (1961 seçimleri dışında) 1965 ve 1969 Milletvekili Genel Seçimlerinde (27 Mayıs Darbesi’ne maruz kalan Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak kabul edilen) Adalet Partisi’nin (AP) tek başına iktidar olacak kadar milletvekili sayısına ulaşması da 12 Mart 1971 darbecilerini çileden çıkarmış olmalıdır. Bu dönemde SOL’un durumu ise, “SOL’un normal dönemlerde hiçbir zaman iktidar olamadığı-olamayacağı, onun iktidara gelmesi için muhakkak bir ara dönem-darbe döneminin olması gerektiği” tezini doğrulamaktaydı. Özellikle 1969 seçimlerinin Türk solu üzerinde yarattığı hayal kırıklığıyla birlikte Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) karşı soldan yöneltilen eleştiriler daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Mihri Belli ve grubuna göre parti, sosyalist düzenin tesisi yönündeki bilimsel yönteme ihanet etmekteydi. Bir kere parlamentarizm yolu benimsenemezdi. Çünkü Türkiye işçi sınıfı hem sayı hem de bilinç olarak yeterli seviyede değildi. O halde içinde milli burjuvazinin de bulunduğu geniş tabanlı bir antiemperyalist blok oluşturmak zorunluydu. Tarihi boyunca en ilerici ve örgütlü kurum olan ordu da bu ittifaka dâhil edilmeliydi. Çözüm: Milli Demokratik Devrim Tezi’nin[3] hayata geçirilmesinde yatmaktaydı. Ayrıca sol açısından tam bir başarısızlık olan 1969 seçimleri Aybar ve Boran ekibinin ileri sürdüğü parlamenter yöntemlerle Türkiye’de sosyalizmin inşa edilebileceği yönündeki görüşlerin inandırıcılığını kaybetmesi ve kısa yoldan iktidarın ele geçirilmesine yönelik yeni arayışları da beraberinde getirmiştir. Gerçekten de yüzyılların kemikleştirdiği toplumsal altyapı değişmediği takdirde seçimle iktidara gelmenin bir hayal olduğu hususundaki karamsarlığı derinleştiren 1969 seçimleri, Türk solu açısından bir dönüm noktası olmuştur.[4]

Yine 1968-69 yıllarında dünyada baş gösteren işçi ve öğrenci hareketleri ve bunun Türkiye’ye yansımaları istikrarsızlığı artıran-besleyen diğer bir unsur olarak karşımızda durmaktaydı.

Diğer taraftan 1969 seçimlerini AP’nin bir kez (1965 teki seçimlerden sonra) daha kazanmış olması parlamento dışı muhalefeti hızlandırmıştır. Öğrenciler (günümüzde özellikle üniversite öğrencilerini sokağa dökme girişimleri hatırlanmalıdır) parlamento dışı muhalefet düşüncesinden büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Öğrenci grupları arasında çekişmenin ortaya çıkışı (günümüzde ateşlenmeye çalışılan sol-sağ-ülkücü-ulusalcı-Kürtçü öğrenci hareketler hatırlanmalıdır) gerek üniversite içinde gerekse dışında patlamaya hazır bir ortam oluşturmuştur. AP içindeki kaynama da, eski DP’liler ve onların yakınlarının öncülüğünde “41”ler olarak adlandırılan bir grubun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Demokratik Parti’nin kuruluşuna yol açacak bu bunalım 1970 bütçesinin oylamasında kendisini göstermiş ve dönemin başbakanı Süleyman Demirel, kendi partisinden milletvekillerinin olumsuz oyları ile oldukça zor durumda kalmış ve 13 Şubat 1970 tarihinde yapılan oylamada çıkan olumsuz oylar, 100 gününü yeni doldurmuş hükûmetin istifa etmesine neden olmuştur. Şiddet eylemlerinin üniversitelerde ciddi bir tırmanış gösterdiği, ülke genelinde süren boykotlar, yaşamını kaybeden öğrenciler ve tatil edilen üniversitelerin olduğu bir ortamda Demirel yeni bir kabine ilan edip bunu Cumhurbaşkanına sunduğunda takvimler 6 Mart 1970’i gösteriyordu. Yani darbeden 1 yıl öncesi…

12 Mart Darbesi’ne giden süreçte, süreci (yürütmeyi güçsüz bırakması nedeniyle) besleyen unsurlardan diğerini 27 Mayıs Darbesi sonrası yapılan 1961 Anayasası’dır. 1961 Anayasası’nın 4. maddesi “Türk milleti egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” hükmünü getirmiştir. Oysa 1924 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun 4. maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegane ve hakiki mümessili olup millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder” hükmü yer almaktadır. Bu durum milli iradeye ortak olduğu varsayılan Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlarla, TRT ve üniversiteler gibi Anayasa tarafından kendilerine özerklik verilmiş kuruluşların konumunun sorgulanmasına neden olmuştur. Bu durum özellikle sağ partiler ve siyaset adamları için geçerlidir. Çünkü sol zaten iktidarda olmadığı gibi o günkü siyasi-sosyal durum gereği yakın zamanda iktidara gelme ihtimali de bulunmamaktadır. Ayrıca sol anılan kurum ve organları kendi yürüttüğü muhalefetinde birer müttefik olarak görmektedir.

Nitekim 1969 seçimlerine giderken AP bir “Anayasa Islahatı” programı hazırlamıştır. Önerilen değişikliklerin başlıcaları şunlardır:

  • Yürütmenin güçlendirilmesi ve yürütmeye kanun hükmün kararname yetkisi verilmesi,
  • Parlamentonun toplanabilme ve karar alabilmesinin kolaylaştırılması,
  • Halkoylaması usulünün benimsenmesi,
  • Özerk kuruluşların yeniden düzenlenmesi,
  • Akademik özgürlüklerin sınırlandırılması,
  • TRT’nin daha fazla denetlenebilmesi,
  • Yargı ve yürütme ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi
  • Savcıların hükûmet tarafından atanması,
  • “komünizm ve anayasa dışı cereyanlarla mücadele” için yeni “propaganda, telkin ve tahrik” yasakları getirilmesi, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önlenmesi vb.[5]

Diğer taraftan 1961 Anayasası’nda sendika kurma ve grev hakları güvenceye kavuşturulmuştur. 24 Temmuz 1963’te 274 sayılı yeni bir Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme Grev Kanunu çıkarılmıştır. Anılan kanunlar ile işçi sendikalarının bir siyasi baskı grubu olarak hareket etmelerine daha uygun bir zemin ortaya çıkmıştır. Ne var ki bu kanunlar, sendikaların siyasi faaliyette bulunmalarını yasaklamamış ancak, siyasi partilerden yardım alınmasını, onlara yardımda bulunulmasını, sendikaların herhangi bir partinin örgütü içinde yer almasını ve bir siyasi partiyle aynı isimde meslek kuruluşları kurmasını yasaklamıştır. Sendikalar Kanunu’nun çıkmasıyla beraber, işçi eylemlerinde hem nicelik hem nitelik yönünden büyük bir artış yaşanmıştır.

1967 yılında TÜRK-İŞ’in partilerüstü kalma kararı alması üzerine, bu Sendika’da yer alan birçok sosyalist görüşlü sendika lideri, Maden-İş Sendikası lideri Kemal Türkler önderliğinde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) kurmuşlardır (13 Şubat 1967). DİSK, 1961 Anayasası’nın sağlamış olduğu demokratik hak ve özgürlükler ile 1960’lardan itibaren yükselen toplumsal muhalefetin oluşturduğu ortam içerisinde örgütlenme ve güçlenme olanağını bulmuştur.

Sol kesimde yaşanan sendikal örgütlenme sağ kesimde de kendisini çeşitli sendika ve dernekler tarzında göstermiştir. Milliyetçi kesimin önde gelen partisi MHP, kitlesel bir örgütlenmeyi sağlayabilmek amacıyla çeşitli toplumsal kesimleri kapsayan bir dizi ülkücü kuruluş oluşturmuştur. Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MSK), Ülkücü Polisler Birliği (POL-BİR), Ülkücü Kamu Görevlileri Güçbirliği Derneği (ÜLKÜM-BİR), Ülkücü Öğretmenler Birliği Derneği (ÜLR-ÖĞRET), Ülkücü Esnaf ve Sanatkarlar Derneği (ÜLKÜ-ES), Ülkücü Köylüler Derneği (ÜLKÜ-KÖY), Ülkücü İşçiler Derneği (ÜİD), Ülkücü Maliyeciler ve İktisatçılar Derneği (ÜMİD), Ülkücü Gazeteler Cemiyeti (ÜGC) bunlardan bazılarıdır. MHP ile bu dernekler arasında organik bir bütünlük bulunmaktaydı.

1969 yılının başlarında Türkiye’de 755 işçi sendikası, 5 birlik, 17 federasyon, 3 konfederasyon bulunmakta olup, bu sendikalar 1000.000’u aşkın işçinin örgütlenmesinin aracı olmuşlardır. 1970 yılına gelindiğinde şiddet hareketleri yaygınlaşmış ve çatışmalar yüzünden üniversiteler neredeyse işleyemez hale gelmiştir. Köylerde ise toprak işgalleri şeklinde kendini gösteren eylemler yaygınlaşmıştır. Birçok il ve ilçede üretici mitingleri yapılmıştır. Bütün bunların yanı sıra örgütlü işçilerdeki huzursuzluklar da kamu düzenini tehdit eder hale gelmiştir.

15 Haziran 1970’te İstanbul’da 115 işyerinde 75.000 işçinin başlattığı yürüyüşte işçi ve polisin çatışması sonucunda bir işçi, bir polis, bir esnaf ölmüş, 87 kişi de yaralanmıştır. İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmiş ve DİSK yöneticileri tutuklanmıştır. 1970 Temmuz’unda Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası kalabalık gruplarca basılmış; Ağustos’ta Türk Demir Döküm tesisleri işçiler tarafından işgal edilmiş ve polisin işçilere müdahalesi sonucu ölenler olmuştur. Eylül’de Ereğli Demir Çelik işletmelerinde işçiler greve gitmiştir. Bu dönemdeki sendikal gelişmeler, 1971 yılına kadar hızlı, canlı, yol arayan, bölünen (ama yok olmayan) nitelikte olup, çok sayıda sendikanın yarattığı sorunlarla boğuşulduğu bir dönem yaşanmıştır.

1969 yılı, seçimlere hazırlanan Türkiye’de işçi ve öğrenci hareketlerinin doruğa çıkmasına sahne olmuştur. Ocak ayında ODTÜ’de ABD Büyükelçisi’nin arabası yakılmış ve Şubat’ta 6. Filo’nun gelişini protesto eden sol görüşlü öğrencilerle sağ görüşlü öğrencilerin çatışması sonucu 2 kişi hayatını kaybetmiştir. Nisan’da ODTÜ, öğrenciler tarafından işgal edilmiş ve Rektör Kemal Kurdaş görevinden ayrılmaya zorlanmış, Mayıs’ta Yargıtay Başkanı’nın cenaze töreninde olaylar çıkmıştır. Haziran’da İstanbul Üniversitesi’nde sol görüşlü öğrencilerle polis arasında çıkan çatışmalarda 114 kişi yaralanmıştır.

27 Mayıs Darbesi sonrası ordunun yapısında da önemli değişikliklere gidilmiştir. Sözgelimi darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleri, kendi arasında bölünmüş ve 14’ler olarak adlandırılan grup komiteden ayrılmak zorunda kalmıştır. 27 Mayıs’tan üç ay sonra ise 235 general “orduda gençleştirme” gerekçesiyle emekliye sevk edilmiş; geriye 15 general kalmıştır. Ne var ki, yaklaşık 7200 subayın ordudan ayrılmak durumunda kalması, ordunun tansiyonunu düşürmemiş tam tersine arttırmıştır. Bu çerçevede 27 Mayıs Darbesi’yle su yüzüne çıkan ordu içindeki “ılımlılar” ve “köktenciler” arasındaki mücadele sonraki yıllarda da devam etmiştir. İki grup arasındaki çelişki, ordu içindeki birçok subayın 1960 darbesine sebep olan şartların yeniden oluştuğu düşüncesinden hareketle gerçekleştirdikleri 1971 darbesi öncesinde tekrar görünür hale gelmiştir.

Sadece askerlerin değil, aynı zamanda seçilmiş ve atanmış kimi sivillerin de mevcut siyasi ve sosyal ortamdan ümidi kesmiş oldukları gözlenmektedir. Bu koşullar içinde, orduda geniş bir kaynama olduğu; kaynamanın daha ziyade alttan geldiği; özellikle bazı radikal sol gruplarla irtibata geçmiş olan subayların, hedefine ulaşamamış olduğuna inandıkları 27 Mayıs’ darbesini tamamlamak amacıyla, sivil alanı tamamen ortadan kaldıracak yeni bir girişimi başlatacakları gözlemlenir hale gelmişti. Bütün bu olaylar ve şartların bir araya gelmesi (daha burada detaylarını veremediğimiz iç ve dış etkenlerle birlikte) ile 12 Mart 1971 tarihinde dönemin askeri bürokratları seçilmiş organlara yönelik bir muhtıra yayınlamışladır.

Bizzat Türk Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur tarafından kaleme alınan muhtıra mevcut şikâyetleri sıralıyor, durumdan parlamento ve hükûmetin suçlu bulunduğunu belirterek anayasanın öngördüğü reformlar yapılmadığı için kimi eleştirilerde bulunuyordu. Üç maddelik muhtıranın son maddesinde ise, “Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” şeklindeki 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu md. 35’e referans verilerek idarenin doğrudan doğruya ele alınacağı belirtilmektedir[6].

Muhtıranın tam metni şöyleydi:

“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…”

Dönemin Başbakanı Demirel muhtırayı öğrenir öğrenmez, hükûmetin istifasını içeren mektubu Cumhurbaşkanlığı katına ulaştırırken, anılan muhtırayı demokrasi anlayışıyla bağdaştıramadığı için istifa ettiğini belirtmekle yetiniyordu.

Konuya sonraki yazımızla devam edeceğiz…

[1]     Bu istikrarsızlıklar Anavatan Partisi’nin %45,14 oy oranıyla 400 üyeli TBMM’de 211 milletvekilliğini elde ederek çoğunluğu sağladığı ve tek başına iktidara geldi 6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimlere kadar devam etmiş ve yerini oyların yüzde 24’ünü alıp 115 milletvekilinde kalarak ikinci parti durumuna düştüğü 20 Ekim 1991’deki genel seçimlere kadar siyasi, ekonomik ve sosyal istikrara bırakmıştır.

[2]     22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihli başarısız darbe teşebbüsleri kastediliyor.

[3]     Yıldız Sertel, Türkiye’de İlerici Akımlar ve Kalkınma Davamız, İstanbul, Cem Yayınevi, 1978, s. 87.

[4]     Attilâ İlhan, Hangi Sol, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1980, s. 146.

[5]     Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 4. Bası, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 412.

[6]     211 sayılı Kanun md. 35, 13.7.2013 tarih ve 6496 sayılı Kanun md. 18 ile değiştirilmiştir. Yeni düzenleme şöyledir: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.”

12 Mart Darbesi

%d blogcu bunu beğendi: