• On 28 Nisan 2015

27/04/2007 Askeri Müdahalesi III: Müdahale Sonrası Gelişmeler

27/04/2007 bildirisi sonrası iç ve dış tepkiler, dönemin anamuhalefet partisi CHP’ninkiler bir yana bırakılırsa bildirinin lehinde değil; daha çok bildiri karşıtıydı. 27 Nisan Askeri Müdahalesi’nde, 27/05/1960, 12/09/1980 ve 28/02/1997 tarihli Askeri Müdahalelerin aksine dış destek elde edilememişti. Esasen darbenin bildiri düzeyinde kalıp fiili bir askeri müdahaleye dönüşememesinde dönemin hükûmetinin aynı sertlikteki karşı bildirisi yanında dış destek eksikliği de büyük ölçüde etkili olmuştur.

Gerçekten de, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın konuyla ilgili olarak; “Amerika Birleşik Devletleri tamamen Türk demokrasisi ve anayasal süreçlerini destekler ve bu seçim, seçim sistemi ve seçim sisteminin sonuçları ve anayasal sürecin sonuçlarının desteklenmesi gerektiği anlamına gelmektedir.” ifadesini, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tom Casey’in; “Biz ordunun veya herhangi bir kimsenin anayasal sürece müdahale etmesini veya anayasal yol dışında ilave bir şey yapmasını istemiyoruz.” sözleri izlemiştir. Yine Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise Türk ordusunun politika dışında kalması gerektiğinin belirterek, “Ordu, siyaseti seçilmiş kişilere bırakmalıdır… Asker, demokrasiye, laikliğe ve asker-sivil arasındaki demokratik düzenlemelere saygılıysa, cumhurbaşkanlığı sürecinin dışında olmalı (dır)” sözleriyle 27 Nisan bildirisinin açıkça karşısında durduklarını belli etmişlerdir.

İç siyasette de CHP dışındaki siyasi partiler bildiriye ihtiyatlı yaklaşmışlar ve mümkün oldukça gerginliği artıracak söylem ve eylemlerden uzak durmaya çalışmışlardır. Ne var ki, dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 28/04/2007 tarihinde yaptığı açıklamada bildiriden hükûmeti sorumlu tutarak: “Türkiye, devlet kurumlarının uyarı yapma gereğini duyduğu bir noktaya sürüklenmiştir. Bunun sorumlusu iktidardır… Eğer demokratik rejim yozlaşır cumhuriyete zarar verirse sadece Cumhuriyet’e değil, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne de zarar vermiş olur… Türkiye’de bunu yapabilecek anlayış, birikim ve siyasi kadrolar vardır. Siyaset işlemektedir. Siyaset danışmadır, istişaredir, uzlaşmadır, akıl akıldan üstündüre inanmaktır. Ben dediğim dedik, ben bilirim yaklaşımı ile ne siyaset ne demokrasi ne cumhuriyet yarar görür. İçinde bulunduğumuz bu tabloyu bu şekilde değerlendirmemiz gerekir diye düşünüyorum.” sözleriyle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP ile uzlaşması gerektiğini ifade etmiştir.

Esasında CHP liderinin demek istediği, iktidar partisinin CHP’nin onayından geçmiş bir adayı desteklemesi gerektiğidir ki, 03/11/2002 seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 34,28 oy oranına karşılık 363 milletvekili; CHP’nin yüzde 19,41 oy oranına karşılık 178 milletvekili elde etmiş olduğu düşünülürse anılan önerinin makul ve mantıklı olmaması bir yana demokrasiyle de bağdaşmadığı açıktır. Çünkü en yalın anlamıyla demokrasi çoğunluğun yönetimi demektir. 550 milletvekilinden oluşan TBMM’de 363 sandalye elde etmiş bir siyasi parti istediği kişiyi Cumhurbaşkanı adayı gösteremiyor, dahası Cumhurbaşkanlığına aday göstereceği kişi için 178 milletvekili elde etmiş bir siyasi partiden icazet alması gerektiği ima ediliyorsa böyle bir rejimin demokrasi olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bu nitelikleri haiz bir rejim olsa olsa azınlık diktasına işaret eder.

Yine dönemin CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in; “Genelkurmayın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ kelimesini kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız. Laikliğe hakaret edeceksiniz ve sonra diyeceksiniz ‘Ben değiştim’ ve bu ülkenin cumhurbaşkanı olacaksınız. Bunları söylediğinizde siz çocuk değildiniz. Sayın Gül bu sözleri söylediğinde milletvekiliydi, elimizde belgeleri var. Bunu herkes bilsin ki Türk halkının tahammül eşiğini aşıyorsunuz. Biz Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz.” sözleri de gergin ortamın yumuşamasına katkısı olmayan açıklamalardandır.

Cumhurbaşkanı adayı olan ve aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerini yerine getiren Abdullah Gül; “Bu süreç devam ediyor. Dolayısıyla herhangi bir biçimde adaylığımın geri çekilmesi söz konusu değil. Bu bir gecede alınmış bir karar değil. Uzun yoklamalar, görüş alış verişleri neticesinde ortaya çıkmış bir adaylıktır. Dolayısıyla bu süreç devam ediyor. Anayasa Mahkemesi kararını hep birlikte beklememiz gerekiyor.” ifadeleriyle mevcut olaylara rağmen adaylıktan çekilmeyeceğini ve Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre bir yol izleyeceğini beyan etmiş olmaktaydı. Nitekim beklenen Anayasa Mahkemesi kararı fazla gecikmeyecek, 27 Nisan Bildirisi’nden yalnızca beş gün sonra 01/05/2007 tarihinde yüksek mahkeme bu konudaki kararını verecektir.

Gerçekten de, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasının yapıldığı 27/04/2007 günü CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunulmuş ve söz konusu oylamanın iptali ve iptal kararı yürürlüğe girinceye kadar bu uygulama ile oluşan içtüzük hükmünün yürürlüğünün durdurulması istenmişti. (Aynı günün gecesinde 27 Nisan bildirisinin yayınlanmış olması hatırlanmalıdır) Diğer taraftan dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Anayasa Mahkemesi’nin “367 milletvekili bulunmadan Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği yönünde karar vermesinin Türkiye’yi belli bir rahatlamaya götüreceği”, Anayasa Mahkemesi’nin 367 milletvekili bulunmadan Cumhurbaşkanı seçilebileceği yönünde bir karar vermesi durumunda ise “Türkiye’nin tehlikeli bir çatışmaya sürükleneceğin(e)” ilişkin beyanları da unutulmamalıdır.

Yukarıda anlatılan şartlar altında Anayasa Mahkemesi konuya ilişkin kararını 01/05/2007 tarihinde vermiş ve cumhurbaşkanlığı seçimi için gerekli toplantı ve karar yeter sayısının TBMM üye tamsayısının (550) üçte iki çoğunluğu olduğu (367) sonucuna varmıştır. Anayasa Mahkemesi’ne göre;

“Anayasa’nın 102. maddesinin ilk fıkrasında Cumhurbaşkanı’nın seçimi için öngörülen üçte iki çoğunluk, dava konusu Meclis kararına ilişkin birinci oylama yönünden hem toplantı hem de karar yetersayısını kapsamaktadır. Bu nedenle, İçtüzüğün 121. maddesinde de yapılan gönderme doğrultusunda aynı yetersayının benimsenmiş olduğunun kabulü gerekmektedir. Oysa TBMM’nin 27.4.2007 günlü, 96. Birleşiminde 11. Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili birinci oylamaya geçilmeden önce Cumhurbaşkanı seçiminde uygulanması gereken toplantı yetersayısının Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen toplantı yetersayısı olduğu Meclis kararıyla saptanmıştır. Böylece, Anayasa’nın 102. maddesine yapılan gönderme nedeniyle, Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin toplantı ve karar yetersayısının ilk oylamada TBMM üye tamsayısının üçte ikisini oluşturan 367 olduğunu öngördüğü sonucuna varılan İçtüzüğün 121. maddesi dava konusu Meclis kararına ilişkin birinci oylama yönünden değiştirilerek toplantı yetersayısı konusunda, Anayasa’nın 96. maddesindeki genel kural doğrultusunda TBMM üye tamsayısının en az üçte birini oluşturan 184 oyun yeterli olduğu kabul edilmiştir. Toplantı ve karar yetersayısının ilk oylamada TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu, bu bağlamda 367 olduğunu öngördüğü sonucuna varılan Anayasa’nın 102. maddesinin ilk fıkrası karşısında, bu çoğunluğun 184 olarak uygulanması sonucunu doğuran eylemli İçtüzük değişikliği niteliğindeki dava konusu TBMM Kararı Anayasa’nın 102. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.[1]

Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasını iptaline ilişkin kararından hemen sonra aynı gün Adalet ve Kalkınma Partisi Merkez Yürütme Kurulu toplanarak erken seçim kararı almıştır. Bu karar sonrası milletvekili genel seçimlerinin yenilenmesi ve seçimin 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılması TBMM’de 3 Mayıs 2007 tarihinde kabul edilmiştir.

6 Mayıs 2007 tarihinde tekrar yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde yapılan iki yoklamada da 367 sayısına ulaşılamamış ve Cumhurbaşkanı seçimi oylamasına 9 Mayıs 2007 Çarşamba günü devam edilmesi kararlaştırılmıştır. Ne var ki cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül, “Bu nafile turlar, TBMM’nin itibarını zedeledi, siyasetin onurunu zedelemiştir. Siyasetçileri, halk nezdinde küçük düşürmüştür. Siyaset anlayışımız, benim siyaset tarzım, arkadaşlarımın siyaset tarzı; bu eski siyaset tarzından çok uzaktır. O bakımdan, bugün, adaylığımın bundan sonra devam etmesinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Ve cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçiyorum. Artık, bundan sonra söz milletindir. Kendimizi de millete emanet ediyorum. Doğrusu neyse millet buna, günü geldiğinde karar verecektir.” diyerek adaylıktan çekildiğini açıklamıştır. Bu gelişmeleri, 31/05/2007 tarihli ve 5678 sayılı Kanun’la yapılan Anayasa değişiklikleri ile 22/07/2007 tarihinde gerçekleştirilen MGS ya da erken genel seçimler izlemiştir.

“22 Temmuz seçimleri sonrasında da siyasetin bir numaralı gündem maddesini cumhurbaşkanlığı seçimi oluşturmuştur. Daha önce aday olan ancak 367 krizi ile adaylıktan çekilen Abdullah GÜL “Benim kararım gayet açıktır. Meydanların işaretini. milletin iradesini görmemezlikten gelemem.”şeklindeki açıklaması ile yeniden aday olacağının işaretini vermiştir. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 26 Temmuz 2007 tarihinde akşam Gazetesine verdiği beyanatta: “AKP milletin iradesiyle yeniden iktidar oldu. Cumhurbaşkanlığına da istediği kişiyi seçebilir, karar tamamen AKP’nindir. Kimi isterse seçerler. Biz toplantı yetersayısı için orada bulunuruz ama oy veririz, vermeyiz orası bize kalmıştır”.1887 diyerek partisinin Meclis Genel Kurulunda hazır bulunarak 367 krizinin aşılmasına katkıda bulunacağını beyan etmiştir. Nitekim 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan üçüncü tur oylamada Abdullah Gül 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir.”

[1]    Başta kamuoyunda “367 Kararı” olarak da bilinen bu kararın ve genel olarak TBMM kararlarının yargısal denetimi ile ilgili daha ayrıntılı bilgi ve değerlendirmeler için bkz.: Ferhat Uslu, Bütün Konularıyla Anayasa Yargısı Dersleri, Güncellenmiş ve Yenilenmiş 4. Baskı, Filiz Kitabevi, İstanbul, 09/11/2021, ss. 637-656,

%d blogcu bunu beğendi: