• On 28 Ocak 2015

27/05/1960 Askeri Müdahalesi III: Yassıada Yargılamaları

“…(27 Mayıs Darbesi’nin hemen sonrasında) kamuoyunu ilgilendiren en önemli konulardan biri de darbeden sonra tümü tutuklanan eski DP liderlerinin kaderi konusudur. Ayrıca milletvekilleri, DP’ye yakınlığı ile tanınan yüksek rütbeli askerler ve adları çeşitli yolsuzluklara karışmış bazı siviller tutuklanmış; bunlar Yassıada’da toplanan ve Yüksek Adalet Divanı adı verilen özel mahkemede yargılanmışlardır. Adlî, askerî ve idarî kesimdeki yargıçlardan hükümetin önerisi üzerine askerî komite tarafından görevlendirilen 1 başkan (Salim Başol), 8 asil (Selman Yörük, Rıza Tunç, Abdullah Üner, Hıfzı Tüz, Hasan Gürsel, Mehmet Çokgüler, Vasfi Göksu, Ali Doğan Toran) ve 6 yedek üye ile 1 başsavcı (Ömer Altay Egesel) ve 5 yardımcısından oluşan Özel mahkeme kurulmuştur[1].

Tutuklamaların yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 1924 Anayasasının 37. Maddesi gereği milletvekillerinin mutlak dokunulmazlıkları bulunmaktaydı. Dokunulmazlıklar yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı olarak iki alt başlık altında değerlendirilmektedir. Yasama sorumsuzluğu; Yasama meclisleri üyelerine yasama görevlerini, gereği gibi yerine getirmeyi sağlamak amacıyla tanınan dokunulmazlıktır. Yasama sorumsuzluğunun amacı vekillerin meclisteki söz hürriyetini korumaktır. Sorumsuzluğun söz konusu olabilmesi için söz konusu eylemin meclis çalışmaları sırasında işlenmiş olması ve oy, söz veya düşünce açıklaması yoluyla işlenmiş olması gerekir. Meclis çalışmaları deyimi sadece meclisin genel kurul toplantıları değil komisyon toplantılarını ve siyasi partilerin grup toplantılarını da kapsar. Suç teşkil eden eylemin sorumsuzluk kapsamına girebilmesi için gerekli ikinci şart bu eylemin oy, söz veya düşünce açıklaması yoluyla işlenmiş olmasıdır. Bu sınırlar içinde sorumsuzluk yasama meclisi üyeleri için tam bir koruma sağlar. Nitekim sorumsuzluğa mutlak muaflık da denmektedir. Meclis çalışmaları sırasında işlenen eylem, oy, söz veya düşünce açıklamaları ile ilgili meclis üyelerine karşı cezai takibatın hiçbir zaman yani milletvekilliğinin sona ermesinden sonra da yapılamayacağı gibi, sorumsuzluk Meclis tarafından kaldırılamayacaktır.

Yasama dokunulmazlığı ise milletvekilini keyfi veya asılsız ceza kovuşturmalarından ve tutuklamalardan korur. Diğer bir deyimle yasama dokunulmazlığının amacı milletvekillerinin yürütme organınca tahrik edilebilecek keyfi ceza kovuşturmalarıyla geçici bir süre için dahi olsa görevlerinden uzaklaştırılmalarını önlemektir. Yasama sorumsuzluğundan farklı olarak dokunulmazlık nispi ve geçici nitelikte bir ayrıcalıktır. Nispidir çünkü Meclis tarafından kaldırılabilir. Dokunulmazlığı kaldırılan bir üye tekrar seçilmiş ise dokunulmazlığı da geri gelir. Bu durumda ilgili üye hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılabilmesi Meclisin dokunulmazlığını tekrar kaldırmasına bağlıdır.

Yasama Sorumsuzluğu ve Yasama Dokunulmazlıklarına rağmen DP iktidarı mensuplarını soruşturma ve yargılama işlemlerini gerçekleştirmek için, Geçici Anayasa’nın 6. maddesi ile, Yüksek Soruşturma Kurulu (YSK) ve Yüksek Adalet Divanı (YAD) kurulmuştur. İlgili madde şöyledir:

Madde 6: “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve Vekilleri ve eski iktidar mebuslarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir Yüksek Adalet Divanı (YAD) kurulur… Sanıkların sorumluluklarını araştırmak ve haklarında son tahkikat açılarak yüksek adalet divanına verilmeleri gerekip gerekmediğine karar vermek üzere bir “Yüksek Soruşturma Kurulu” teşkil olunur…” Aynı maddede, YAD ve YSK’nin nasıl teşekkül ettirileceği de düzenlenmiş düzenleme ile ilgili hükümlerde Ağustos-Eylül 1960 tarihlerinde bazı değişiklikler yapılmıştır.[2]

16 Haziran tarihli ve 3 No’lu Geçici Kanun ile YAD ve YSK’nin nasıl işleyecekleri, MBK’nin 16 sayılı kararı ile de divan üyeleri tespit edilmiştir. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi Başkanı Salim Başol YAD başkanlığına, YSK üyesi Ömer Altay Egesel de başsavcılığa getirilmişlerdir. Bu yargı organları, bir ihtilal komitesi ve onun “ihtilalci kanunu” ile ortaya çıkmıştır, ölüm cezalarının tasdik ve infaz yetkisinin ihtilâl komitesinde olması ise, bu organların bir “ihtilal mahkemesi” olduklarını ortaya koymuştur. YAD’ın teşekkül şeklinin İnsan Hakları Beyannamesi ve Anayasa’nın öngördüğü “tabii hakim” ilkesine uymadığı ise bir gerçektir. Çünkü YSK üyeleri seçimle değil, tayin ile belirlenmişlerdir. Kurul üyelerinin tespitinde hakim veya savcı olmaları şartı aranmamıştır. Kurul başkanı da MBK tarafından tespit edilmiştir. Divan başsavcısı ile yardımcıları YSK üyeleri arasından, YAD başkanı da yine MBK tarafından tayin edilmişlerdir.[3]

Kurulan mahkemenin tarafsız ve bağımsız olmadığı, darbeyi yapanların etkisinde kaldığı, yargılamanın 11.05.1961 tarihli celsesinde Mahkeme Başkanı Salim Başol’un, savunma yapan Milletvekili Samet Ağaoğlu’na hitaben “Niçin, sizi alıp Yassıadaya tıkan kudret böyle istemiş, onu biz bilemeyiz.” şeklindeki sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bağımsızlık, kimseden emir almamak; tarafsızlık ise, iddia ve savunma makamları bakımından objektif davranmak, birini veya diğerini kayırmamak demektir. Hâkimin bağımsız ve tarafsız olmasının insan hakları bakımından büyük öneminin bulunduğu, hâkimleri bağımsız ve tarafsız olmayan, belli kimselerin talepleri doğrultusunda karar veren bir devlete hukuk devleti denemez. Bu ilke Anayasada ve kanunlarda düzenlenmiştir.

Fakat MBK’ye göre eski iktidar mensuplarını yargılama kararının alınmasında özellikle siyasi bir gereklilik vardır. Yargılama ile iktidarın suçlu olduğuna karar verilirken müdahalenin meşruiyeti tescil ettirilmiş olacaktır. İhtilalin toplum nazarında kabul görmesi için, iktidar mensuplarının itibarının düşürülmesi gerekmektedir. Bunun en uygun aracı da yargılama sürecidir; yargılama, darbenin siyasi propaganda aracıdır.[4]

Yine MBK’ye göre yargılamanın hukuki bir gerekliliği de vardır. Çünkü yasama dokunulmazlıkları ortadan kalkan iktidar mensupları için daha önce isnat edilen suçların karara bağlanması, suçun şahsileştirilmesi gerekmektedir.

Yassıada mahkemelerinde en uzun süren dava Anayasa’yı ihlal davasıdır. Demokrat Partili Milletvekilleri; Anayasayı ihlâl davasında, (Seçim Kanununu değiştirmek, Tahkikat Komisyonu kurulması, parti meclisi görüşmeleri vs) meclis genel kurul ve komisyon çalışmaları sırasındaki oy, söz veya düşünce açıklamaları nedeniyle yargılanmaları yasama sorumsuzluğuna, diğer davalarda ise meclis tarafından dokunulmazlıkları kaldırılmadığı hâlde yasama dokunulmazlığına aykırı olarak yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.

1924 Anayasasının 41. maddesine göre Cumhurbaşkanı vatana ihanet suçlaması dışında başka bir eylemden dolayı yargılanamayacağı ve Türk Ceza Kanununun 56. Maddesinde “Altmış beş yaşını geçmiş olanların idam edilemeyeceği” hükmü bulunmasına rağmen, Milli Birlik Komitesi 12.06.1960 tarihli Geçici Anayasa ile 1924 Anayasanın 41. maddesinin de içinde olduğu 53 maddeyi ve Türk Ceza Kanununun 56. maddesini kaldırarak Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yargılanmasını ve hakkında idam cezası verilmesi imkanını sağlayarak kanunların geriye yürümezliğine dair genel hukuk kuralının da ihlâl edilmesine sebebiyet vermiştir.

Ceza kanunlarının geçmişe yürürlü olmamasından amaç; işlendiği zaman kanuna göre suç teşkil etmeyen bir eylemin sonraki kanunla geçmişe yürürlü biçimde suç sayılmaması ve suçun cezasının da yine sonradan çıkarılan bir kanunla geçmişe yürürlü olarak ağırlaştırılamamasıdır. Başka bir deyişle, ceza hukukundaki kanunilik ilkesi, yalnız suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan yasa hükümlerinin uygulanmasını gerektirir.

Demokrat Partili Milletvekilleri ve Cumhurbaşkanının yargılandığı Anayasayı ihlâl davası, ceza yargılamasını ilgilendirmediği hâlde Türk Ceza Kanununun 146. maddesine aykırılıktan 348 sanığın cezalandırılmalarına karar verilmiştir. Anayasayı ihlâl davasındaki CHP’nin mallarına el konulması, Kırşehir’in ilçe haline getirilmesi, hâkim teminatı ve mahkeme bağımsızlığının ihlâli Seçim Kanununda yapılan değişiklikler, Meclis İçtüzüğünde yapılan değişiklikler, Tahkikat Komisyonu kurulması hukukun temel ilkelerine aykırı olarak ceza yargılamasının konusu yapılmıştır. Yargılama konusu olan Anayasaya aykırı kanun çıkarmak Anayasayı ilga etmeyeceği gibi değiştirme olarak ta kabul edilemez. Anayasaya aykırı kanun çıkarmak dünyanın hiçbir anayasa ve hukuk sisteminde suç diye düşünülemeyeceği gibi, kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen mahkemeler ceza mahkemesi değildir.

Ceza Hukukunda suç olarak kabul edilen davranış modelleri (tipleri) ceza normu içeren kanunlarda tek tek tanımlanmıştır. Eğer bir fiil kanunda yazılı bu modellerden (tiplerden) hiçbirisine uymuyorsa suç olarak kabul edilemez ve cezalandırılmaz. Bu nedenle suç tanımlarında bulunması gereken açıklık /belirlilik özelliği kıyas yasağını da zorunlu olarak içerir. Kıyas yasağının gereği olarak ceza kanunundaki suç tiplerinden hiçbirisine uymayanbir fiil başka bir suç tipine benzetilerek cezalandırılamaz. Anayasayı ihlâl davasında Anayasayı değiştirme amacıyla hareket edildiğini kabul etmek mümkün değildir.

Ceza ve ceza muhakemesi hukukunda herkesin ancak kendi fiilinden sorumlu olduğu kabul edilir. “Ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamaz ilkesi gereğince suçların ve cezaların şahsiliği ilkesi herkesin kendi fiilinden sorumlu olması, cezanın yalnız suç işleyenlerle iştirak edenlere verilmesi, suça katkısı olmayanlara ceza sorumluluğu yöneltilmemesidir. Bir diğer ifade ile cezanın ve suçun şahsileştirilmesini ve hangi fiilin kim tarafından işlendiğinin bilinmesi ve sorumluluğun belirginleşmesini zorunlu kılmaktadır. Aksine bir durum savunma hakkını kısıtlayacağı gibi sağlıklı yargılama yapılmasına da engel olacaktır. Dolayısıyla ceza ve ceza muhakemesi hukukunun asli ilkelerinden olan “ceza sorumluluğunun şahsiliği” ilkesine aykırı davranılmıştır.

Ancak Yassıada yargılamalarında Türk Ceza Kanununun 146. maddesine 3. fıkra eklenerek mevcut suça “Fer’an İştirak” fiili eklenmiş; toptan sorumluluk ilkesi kabul edilip bütün milletvekilleri hakkında davalar açılmış ve cezalandırılmaları cihetine gidilmiştir.

Bahse konu yargılamalar sırasında adil yargılanma hakkı göz ardı edilmiş, sanıkların üçten fazla müdafi ile savunma yapmaları engellenerek savunma hakkı kısıtlanmış, iddia makamının sanıkları ve avukatlarını aşağılayan tavırları ile silahların eşitliği anlamındaki genel hukuk ilkesi çiğnenmiştir. Adil yargılama ilkesinden maksat, ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma veya zorlama gibi irade serbestîsini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara sapılmaksızın, hukuk devleti ilkesine uygun olarak, önceden kanunla öngörülmüş bulunan esaslar çerçevesinde yapılmasıdır.

Yukarıda belirtilen hukukun evrensel ilkelerine rağmen darbe mağdurları 1924 Anayasasının 83. maddesinde belirtilen “Hiç kimse, kanunun kendisini sevk ettiği mahkemelerden başka bir mahkemede yargılanamaz” hükmüne ve yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlıklarına aykırı olarak Yüksek Adalet Divanında yargılanmışlardır. Yine milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı, Yargıtay, Danıştay Başkan ve üyelerinden gizli oyla seçilmiş 21 üyeden oluşan Yüce Divan’da yargılanacakları yerde, sadece sivil, idari ve askeri mahkemelerden Milli Birlik Komitesince derlenip atanan 9 asıl 6 yedek üyeden oluşan Yassıada özel mahkemesinde bir suçun ancak işlendiği zaman mevcut olan mahkemeler tarafından yargılanma ilkesi olan “tabii hâkim ilkesine” aykırı olarak yargılanmışlardır. Bunlar ve yukarıda belirtilen diğer gerekçelerden dolayı suçun niteliğine göre ve suçun işlendiği iddia edilen tarihten sonra kurulan Yassıada Mahkemesi ile kararları temelden sakat olduğu için yok hükmünde kabul edilmelidir.

Bunun yanı sıra günümüze kadar çok eleştirilen ve mahkemeye gölge düşüren Bayar’ın yargılandığı “Köpek Davası”, Menderes’in yargılandığı “Bebek Davası” açılan ilk davalar olmuştur. 6-7 Eylül olayları davası, Vinileks Şirketi Davası, Dolandırıcılık Davası, Değirmen Davası, Ali İpar Davası, Örtülü Ödenek Davası, Radyo Davası, Arsa Davası, Topkapı Olayları Davası, Çanakkale Olayı Davası, Kayseri Olayı Davası, Demokrat İzmir Davası, İstimlak Davası, Üniversite Olayları Davası, Vatan Cephesi Davası gibi davalar birbirini izlemiştir.

Sanıklar aleyhine üç ceza, dokuz yolsuzluk ve yedi anayasayı ihlal davası açılmıştır. Ağır ceza ve yolsuzluk davalarının -ki bunların bazıları, Menderes’in gayri meşru çocuğunu öldürmesi, ya da Bayar’ın bir hayvanat bahçesini kendisine armağan edilmiş bir köpeği satın almaya zorlaması gibi ilginç dava ve suçlamalardır. Anayasa davaları, Anayasayı zorla değiştirme ya da Millet Meclisi’ni zorla feshetme teşebbüsü ile ilgili TCK’nın 146. Maddesine dayandırılmıştı. Demokratlar 1960’ta CHP’nin faaliyetleri ve basın için Tahkikat Komisyonu kurmakla bu suçu işlemiş kabul edilmişlerdir. Ancak eski anayasanın 17. maddesi, milletvekillerinin oylarından dolayı sorumlu tutulamayacaklarını yazmaktadır. Üstelik Anayasada, meclisin üçte iki çoğunluğuyla değiştirilebileceği hükmü de vardır (ki bu çoğunluğa sahiptir).

Davalar sonunda 123 kişi beraat etmiş, 31 kişi ömür boyu hapse, 8 kişi daha hafif cezalara ve 15 kişi ise ölüm cezasına çarptırılmıştır. Bunlardan 11’i çoğunluk oyuyla ölüme mahkûm olmuştur ve cezaları MBK tarafından hafifletilmiştir. Öteki dört kişinin, yani Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ın ölüm kararları ise oybirliğiyle verilmiştir[5].

Yüksek Adalet Divanın tarafından yapılan ve hukukun tüm ilkelerinin çiğnendiği 14 Ekim 1960 tarihinde başlayıp 15 Eylül 1961 tarihinde sona eren 11 ay 1 gün süren yargılamalar sonunda verilen kararlar ile ilgili temyiz hakkı verilmeyerek idam kararları dışındaki cezalar hemen kesinleşmiş, idam karalarından üç tanesi Milli Birlik Komitesi tarafından onaylanmış, alel acele infaz işlemleri yerine getirilmiştir. Hukukun genel ilkelerine aykırı olarak temyiz hakkının verilmemiş olması da ayrı bir garabettir.

Mahkemenin kararını öğrenir öğrenmez Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız ve Pakistan hükümetleri, Gürsel’e infazların ertelenmesi çağrısında bulunmuşlardır. Başka çok sayıda MBK’ye ulaşan cezanın hafifletilmesi istekleri İnönü, Türkeş, Başkan Kennedy, Kraliçe Elizabeth, De Gaulle ve Eyüb Han’dan gelmiştir. Eyüb Han, sürgüne gönderilmeleri durumunda Menderes ve Bayar’a sığınma teklif etmiştir. Bunların tamamı MBK tarafından göz ardı edilmiştir. İngiliz hükümeti ve diğerlerinin mesajları MBK üzerinde etki doğuramayacak kadar geç bir zamanda ulaşmıştır. Mesajların dikkate alınmamasının birkaç nedeni vardır. İlk önce, Ankara’daki diplomatik temsilciler mesajlarını doğrudan Gürsel’e ulaştırmak yerine Selim Sarper’e vermişlerdir. İkincisi, Gürsel MBK üzerindeki otoritesini zaten yitirmiştir. Üçüncüsü Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ölüm cezalarının onaylanmaması durumunda bunun orduda hoşnutsuzluğa yol açacağını belirtmiştir. Türkiye’nin içinden ve yurt dışından gelen mesajları MBK üyeleri okumamışlardır. Bundan da öte, Hale’e göre ordudaki radikal ve aşırı gruplar MBK üyeleri üzerinde idamların yerine getirilmesi doğrultusunda baskı yapabilecek güçte idiler. MBK’nin general üyeleri infazlara karşı olmasına rağmen, alt rütbe sahibi üyeler infaz taraftarıydı ve generaller bunu kabullenmek zorunda kalmışlardır.[6]

Bayar’ın ölüm cezası, ilerlemiş yaşı ve sağlık durumu nedeniyle hafifletilmiş, fakat Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’de ve Menderes ertesi gün idam edilmişlerdir.

Genel olarak Türk kamuoyu o tarihten beri, ne kendilerinden önceki ve ne de sonraki siyasetçilerden daha az meşruiyet içinde davranmayan ya da iktidarlarını onlardan daha fazla kötüye kullanmayan bu siyasetçilerin öldürülmüş olmasından üzüntü duymuştur. Sonunda Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın cenazeleri Eylül 1990’da İstanbul’da bir devlet töreniyle yeniden toprağa verilmiştir.[7][8]


[1]    Özdemir, a.g.m., s.198.

[2]    Suna Kili, Cevdet Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze), Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1985, s. 138.

[3] Mustafa Arıkan, “27 Mayıs Anayasayı İhlal Davası İddianamesi Üzerine Bazı Tespit ve Düşünceler”, Türkler Ansiklopedisi, C.XVII, İstanbul, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 74–75.

[4]    Osman Doğru, “27 Mayıs Rejimi, De Facto Rejimin Hukukiliği” İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Doktora Tezi, İstanbul, 1992, s. 56.

[5]    Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 16. bs, 2003, s. 360.

[6]    Cihat Göktepe, “İngiliz Kaynaklarına Göre Türkiye’deki 27 Mayıs Darbesi” Türkler Ansiklopedisi, C. XVII, İstanbul, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 62.

[7]    Zürcher, “Modernleşen Türkiye’nin…”, s. 361–362.

[8]    Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi işlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları İle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, C. 1, D. 24, YY. 3, Ankara, TBMM Yayınları, S.S. 376, Kasım 2012, s. 279-284.

%d blogcu bunu beğendi: